MücriM
İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne 112
MücriM
İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne 112
MücriM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Tut Elimden Tut Ki Edemem Sensiz Rabbim..
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
“İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.'' (Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16)
“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir'' (Tirmizî, İlm, 14)
Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.(Müslim, Birr, 33; ‹bn Mâce, Zühd, 9;Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.)
Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır.(Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7, 10)

 

 İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
aSuDe
Admin
aSuDe


Rep Puanı : uğurböcüğü
Mesaj Sayısı : 2142
Site Aktifliği : 6286
Kayıt tarihi : 24/09/08
Yaş : 39

İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne Empty
MesajKonu: İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne   İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne EmptyC.tesi Ağus. 01, 2009 7:46 pm

İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne

Her şey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden
tespit edilmiştir. Yani kâinat için vârit ve
vâki olan her şey, insan, insanın hayatı ve ölümü
için de vârit ve vâkidir. Belli yollarla varlığa
erme, yine belli esaslar içinde varlığı sürdürme ve
belli zaman sonra da sahneden çekilme, her varlık için
kaçınılmaz bir hakikattir. Her şey, çok geniş ve
umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için
belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da söner
gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebetlere kadar da devam
edecek bir çark ve nizamdır.

Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş
döndürücü bir ahenkle işleyen şu koca
kâinatın bağrında ortaya çıkarılıp geliştirilen pozitif
ilimler, o ilimlere ait sabit prensipler ve âlemşümûl
kaidelerle, her şey için böyle bir ilk belirleme, bir tayin
ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir.
Böyle bir ilk plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve
ahengi izâh etmek, ne de onunla alâkalı, müspet
ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir.
Kâinatın alabildiğine hendesî, alabildiğine
riyâzî; yani, tespit ve takdirlere göre hareket etmesi
sayesindedir ki; fizik lâboratuvarında belli prensiplere
göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kaideler içinde
mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sabit bir kısım
kaidelerle, fezanın derinliklerine açılmak kabil olmuştur.

Ahenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve
nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden
hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. Aslında
ilimler mevcut olan bir kısım kaide ve prensiplere adese olmuş, onları
göstermiş ve onlara belli ad ve unvanlar kazandırmışlardır.

Bu
ifade ile, ilimleri ve keşifleri küçümsemek
istemiyoruz; sadece onların yer ve ağırlıklarına dikkati
çekerek, çok daha mühim hususların nazara alınması
lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden
evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve
âhenktir. Bu nizam ve ahengi, bir ilk belirleme ve kaderî
bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!

Bugün, bütün varlıklar için hükümfermâ görünen bu kanunları,
insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar
bile var. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı
cebriyecilik her zaman tenkit edilecek bir mevzu olsa bile,
âlemşümûl bir ahenk ve bu ahengin dayandığı
ezelî programı itiraf bakımından, oldukça mânidardır.

Aslında inanç ve itikada müteallik her hakikat, kendi kendine var
ve haricî destek ve itiraflara dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve
müberrâdır. Ne var ki, bakışları bu türlü
haricîliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait beyanlarla yerinden
oynamış talihsiz neslimize “Yerine dön!”
çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların
tenakuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa-temas etmekte fayda olacağı,
kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve
sadet haricî beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün
kâinatın fevkalâde bir tenâsüp ve uyumluluk
içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar her şeyin
göz doldurucu bir nizam ve intizamla hareketi, bütün
eşyayı kıskıvrak bağlayan bir tayin ve takdire, bir hâkimiyet ve
cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün
dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O’nun
iradesine ram ve O’na inkıyat üzere, hâlden hâle
dönerek, bugüne kadar devam edegelmiştir.

Ancak, insan ve benzeri, irade ve hürriyete sahip varlıklar için,
ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı
çizgide olsa bile, daha sonra iradeliler, iradeleri altına giren
hususlarda, emsallerinden bütün bütün ayrılırlar.
Böyle bir farklılıktan ötürü de “önceden
belirleme”nin mânâsı, insan ve benzerleri için
değişik bir hüviyet alır. Ve, esasen sorulan soru da, insanın bu
farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer
eşya gibi mütalâa etmekten doğmaktadır. Bu itibarla, insan
ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı
kavramanın, kısmen dahi olsa, meseleyi halledeceği kanaatindeyiz.
Gerisi, ilm-i ilâhînin bütün eşyayı
çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.

Evet, insanın bir hürriyet ve iradesi, bir meyil ve seçme
istîdadı vardır. Ve o hürriyet ve irade, meyil ve
seçmeye göre; iyi ve kötü, sevap ve günah
insana nispet edilir. İnsan irade ve isteğinin, meydana gelen neticeler
karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irade, Yüce Yaratıcı
tarafından bir şart ve sebep olarak kabul edilmişse, onu hayırlara ve
şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz
olması; irade dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine
dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise,
insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu
temayülle ona çağrıda bulunduğu için,
mes’ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes’ûliyet ve cürümü önceden
tâyin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde
onu yaratan Zât, mes’ûliyet ve cürümden muallâ ve müberrâdır.

Meselâ, O Yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok
büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış
olup da, dese ki; “Eğer dakikada, şu miktarın üstünde
nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu
değiştiririm.” Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi
açısından nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında
bir münasebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi
işlesek; o da, vâdettiği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin
çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz.

İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz’î irade ve ihtiyarıyla, sebebiyet
verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu
sayılır ve muaheze görür veya vefalı sayılır mükâfata mazhar olur.

Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur; ulu dergahta
affedilmediği takdirde de mutlaka muaheze görür.

Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani,
Yaratıcı’nın, her şeyi çepeçevre içine alan
ilmiyle, insan iradesinin tevfik edilme keyfiyetini...

Allah’ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi her şey,
sebep ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. O noktada,
önce-sonra; sebep-netice; illet-mâlul; evlat-baba, bahar-yaz
bir vahidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme
göre sonra, önce gibi; netice, sebep gibi; mâlul de
illet gibi; bilinir ve hükmedilir.

Kimin, hangi istikamette nasıl bir temayülü olacak ve kim adî bir
şart ve sebepten İbaret olan iradesini, hangi yönde kullanacak,
bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeplere
göre meydana gelecek neticeler takdir ve tespit etmek, insan
iradesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri
hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, iradesi
kabul edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine:
“Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahane hediyeler elde edeceksiniz;
sebepsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri
kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz.” dese,
onların iradesini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de,
Yüce Yaratıcı kullarından birine: “Sen şu istikamette bir
meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o
şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temayülüne göre de,
şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum.” ferman etse, O’nun
iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.

Binaenaleyh, “ilk belirleme”de iradeyi bağlama olmadığı gibi, insanı,
rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.

Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah (cc)’ın ilmî programlarından
ibarettir. Yâni, kimlerin hangi istikametlerde meyilleri olacak,
onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve
program hâline getirmesi demektir Bilmekse, hariçte olacak
şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez.
Hariçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle
olmasını, insanın temayüllerine göre, Yaratıcının kudret ve
iradesi icat eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler,
öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilâkis,
var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdir ve tayin de,
işte budur. Kelâmcılar bunu, “İlim, malûma
tâbidir.” sözüyle ifade ediyorlardı. Yani, nasıl
olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için
meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve
plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin
vücût bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce
Yaratıcı’nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk
belirlemeler de, hariçte, herhangi bir şeyin varolmasını
mecburî kılmaz.

Hâsılı; Allah, olmuş, olacak her şeyi ihâta eden geniş ilmiyle;
sebepleri neticeler gibi; neticeleri de sebepler gibi bilmektedir.
Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü
şeylere teşebbüste bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre
neler yaratacağını belirlemiş ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de,
mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği
gibi yaratacaktır.

Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman Öleceğinin ve
bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden
tayin edilmiş olması, mes’uliyeti giderici değildir.
Zira takdir onun hürriyet ve iradesi hesaba katılarak yapılmıştır
Bu itibarla da, cürmü kendisine isnat edilecek ve ona göre de
muahezeye tabî tutulacaktır.

Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında,
tekrar tekrar mütalâa edilmesi şarttır. Bizim bildiğimiz şey,
selefin sağlam prensipleri içinde meselenin avam anlayışına intikal ettirilmesinden ibarettir.


--------------------------------------------------------------------------------

Cebriye: İnsanın iradesini inkâr eden sapık bir mezhep
Hendesî: Geometri ve muntazam şekillerle alâkalı
Mübeccel: Muhterem, yüceltilen, çok saygı gösterilen
Müberrâ: Fenalıktan uzak kalmış, temiz, noksansız, münezzeh
Tenâsüb-ü illiyet: Sebep sonuç uygunluğu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İnsanın Ne Zaman ve Nasıl Öleceği Önceden Belirlendiğine Göre, Onu Öldürenin Suçu Ne
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Ahir Zaman Fitneleri Karşısında Durumumuz Nedir ve Nasıl Korunabiliriz?
» Azrail (as) Bir Tane Olduğu Halde, Bir Anda Vefât Eden Bir Sürü İnsanın Ruhunu Nasıl Kabzediyor?
» Oruç ne zaman başlar ne zaman biter?
» Dünya işleri namaza engel olabilir mi? Rızk için çalışmak ne zaman ibadet olur, ne zaman ibadete engel teşkil eder?
» Kur’ân nelerden bahsediyor, içinde neler var, hangi konuları ele alıyor? Bize nasıl bir çizgi çiziyor, nasıl bir hayat tarzı sunuyor? Hayata getirdiği prensipler nelerdir?

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MücriM :: Mânâ :: Soru-Cevap ve Güncel Fetvalar-
Buraya geçin: