MücriM
İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz? 112
MücriM
İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz? 112
MücriM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Tut Elimden Tut Ki Edemem Sensiz Rabbim..
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
“İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.'' (Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16)
“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir'' (Tirmizî, İlm, 14)
Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.(Müslim, Birr, 33; ‹bn Mâce, Zühd, 9;Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.)
Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır.(Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7, 10)

 

 İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
aSuDe
Admin
aSuDe


Rep Puanı : uğurböcüğü
Mesaj Sayısı : 2142
Site Aktifliği : 6286
Kayıt tarihi : 24/09/08
Yaş : 39

İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz? Empty
MesajKonu: İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?   İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz? EmptyC.tesi Ağus. 01, 2009 7:46 pm

Allah'ın Bizim İbadetimize İhtiyacı
Olmadığına Göre, Biz İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve
İsteğimize Göre Yapmıyoruz?
İbadet duygusu insanda Cenab-ı
Hakk'ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir
tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zat'a delâlet edecek
tablolar, levhâlar.. meselâ nizam ve intizâm
levhâları görür. Sonra bu fevkalâde nizamı kuran,
nizam sahibi nâzıma intikâl eder. İşte böyle, dikkat
ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız
göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket
etmesi lâzım geldiğini anlar.
Kezâ; varlığa
güzellik ve estetik yönünden baksa, onu öylesine
güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini
tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin
yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar
öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş
döndürücü bir edâ ve insanı çıldırtan
öyle tatlı bir şive vardır ki, bu çizgiler, bu renk ve bu
âhengi görüp de, bu muhteşem ve sihirli meşheri
sergileyen Zat'ı görüp bilmemek mümkün değildir...
İster
âfâkî, ister enfüsî tetkik ve
tefekkür, insana, içini okşayan öyle şirin ilhamlar
kazandırır, öyle coşturur ve öyle tablodan tabloya koşturur
ki, sevinç ve heyecandan bir çocuk gibi çığlık
atıp zıplamak gelir insanın içinden... En güzel iş ve
icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıktan kelebekler gibi
konup kalktığını gördükçe, bizleri bütün
insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu
güzelliklerin kaynağı, güzel sıfatları takdirlerle alkışlar;
hayret, hayranlık ve edeple onların Sahip-i Zîşanı karşısında
kendimizden geçeriz.
Bir başka zaviyeden kâinatta her
şey, âdeta bir başka yerde hazırlanmış ve insanın istifadesine
arz edilmiş gibidir. Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim
edilen bu nimetlerle, yeryüzü âdetâ geniş bir
nimet sofrası; bağlar, bahçeler de birer tablacı haline
gelirler. İnsan önüne konan bu nimet sofrasındaki nimetlere
elini uzattıkça, gerçek nimet sahibini duyuyor,
hissediyor gibi olur. Ve kendini bir başka zevk, haz, hayret ve
hayranlık buudunda bulur. Evet, şuurlu farz edildiği takdirde bir
yavru, ağzını, rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı
zaman, kendisi için hazırlanmış çok Nâfî bir
gıdanın, bir başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve
hadiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde
ikramda bulunan birisini hisseder. Onu düşünür, Onun
nimetleri karşısında, iki büklüm olur.
Evet, her nimet
her ihsân bir taraftan o nimet ve ihsan sahibine delalet eder,
diğer taraftan da bizleri, Onun karşısında saygılı olmaya zorlar.
Nerede bir nimet , bir güzellik, bir nizam ve intizam tablosu
varsa, orada, o nimet, o güzellik, o in'am, o ihsan tablolarına
karşı takdir, hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah'ın
(cc) kendisine bildirmesine karşı hemen ubudiyetle mukabele
edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek, Mutezile ve bir
ölçüde Mâturîdiler -ki, itikat da bizim de
bağlı bulunduğumuz mezheptir-, derler ki: Hiç bir Nebi gelmese
ve hiçbir mürşit insanları irşad etmeseydi, kâinatın
yüzüne serpiştirilen hakikatlara bakarak, insan Allah'ı bilme
ve ona göre tavır alma mecburiyetindeydi.
Mâturîdilerin noktayı nazarına bir hayli misâl bulmak
mümkündür. Meselâ Efendimizin (sav)
çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe'nin
hariminde neşet etmiş, kendilerine Allah'a giden yolu gösteren
kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak üzere, tevhid
adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti. Fakat Bedevinin dediği
gibi: "Bir yerde bir hayvan tersi oradan hayvan geçtiğini, bir
yerde izler ise orada birisinin yürümüş olduğunu
gösterir. Bakın şu burç burç olan semâ ve onun
âhengine ve vâdi vâdi yeryüzüne,
bütün bunlar, her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr
olan Allah'a delalet etmez mi?" Bedevi söylüyor bunu.
Çölden, kumdan başka bir şey bilmeyen birisi böyle
düşünürse, diğerlerini hesap etmek lazım... Efendimiz
insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir idrakle
gelmişti. Tabir caizse insan üstü bir insandı. O, ısmarlama
anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek manasını kavramış ve
kendisine henüz peygamberlik gelmeden kâinat kitabında
Hakk'ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı Hira'ya
çekilerek; kendini ibadete vermişti... Ayşe vâlidemiz
Buhari'nin başındaki bir Hadis-i Şerifte, Hatice validemizden naklen
kendisini ibadete verdiğini ve ancak azığını tedarik etmek maksadıyla
ara-sıra evine döndüğünü söylüyor ki,
bunlar, idrakla, insanın bazı şeyleri keşfedeceğini ve keşfettikten
sonra da Cenab-ı Hakk'a belli ölçüde kulluk
yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu mevzuda, Zeyd bin Amr'ın vefatı
esnasındaki düşünce ve sözleri de üzerinde
durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd, Hz. Ömer'in amcası oluyordu.
Vefatı sırasında, bütün aile efradını etrafına topladı ve
gelecek peygamberle alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu
zat, Efendimiz'in (sav) peygamberliğine yetişememişti. Yani atını
sürmüş, sahile yanaşmış, fakat İslâm vapuruna
yetişememişti... Ama, bütün ruhuyla Efendimiz'in (sav)
atmosferini, Onun gerçek mânâ ve mahiyetini,
hakikât-ı Ahmediye'yi sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak,
duyduğu hissettiği bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: "Allah'ın
ufukta bir nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. Onun
âsârını başımızın üzerinde görüyor gibi
oluyorum. " Sonra, Cenab-ı Hakk'a teveccüh ediyor: "Ey Yüce
Yaratıcı, ben seni tam bilemedim; bilseydim yüzümü yere
koyacak bir daha da kaldırmayacaktım" mealinde hislerini ifade ediyor.
Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet
putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa; kâinata,
nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumi armoni içinde o da
kendine çeki-düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve
Allah'a kulluk yapacaktır.
Demek Allah'ı bilme ve tanımanın
yanında, hemen Allah'a kulluk başlıyor... Evet, mâdem bu binbir
nimetle bizi perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte
Allah (cc), insan vicdanında mekni olan bu kulluk düşüncesini
formüle ediyor. Yani "Yüzümü yere koyacağım,
kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım.. azametin karşısında iki
büklüm duracağım.." ve Recaizade Ekrem'in "Nerede Allah'ım
dizlerin, başımı koyayım.." Bir başkasının: "Nerede o mübarek elin
ki başımın üstünde olduğunu hissediyorum." Bunlar ve bunlar
gibi ilâhî aşk, ilâhi heyecanla, insanın ne
diyeceğini bilemediği esnada, vahy-i semavî gerçek kulluk
düşüncesi, kulluk şekli ve kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde
düşünce sürçmelerine meydan vermeyecek aşk ve
heyecanımızı Yaratıcının emirlerine göre imâle edecektir.
Yani, Allah O'na: "Ben Allah'ım, sen de benim kulumsun. Nimetlerimle
beni tanıdın. Ben de sana kulluğun adabını öğreteceğim. Benim
huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra
içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânasına
"Büyük sensin Allah’ım, senden gayri her şey
küçüktür" denir.. kulluk şuuru içinde el
pençe-divan durulur ve sonra, benim huzurumda derinleşilebildiği
kadar derinleşilir. Miracının gölgesinde, dereceye göre,
ruhen Nebiler Sultanının yükseldiği yerlere yükselme arzusu
uyanır, yükseldikçe şükran hissiyle rükua
gidilir, rükûda eğildikçe yeni bir buuda ulaşılır,
derken, secdeye varılır; oradaki mahviyet ve tevazuu
ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir. Kalkılır,
bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci secdeye gidilir
ve daha sonra "Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde ânıdır.
Secde ettiğiniz zaman Allah'a çok dua ediniz" buyruğu
vicdanlarda duyulur."Ve tekallubeke fissâcidîn" (Şuara/219)
"Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor" sırrıyla, secde
edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakiki
namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan
miraca muvaffak olunur.
İşte, ibadet, "Allah'a iman ve Zât-ı
Ulûhiyet hakkındaki marifet ve buğu buğu bu marifetten
yükselen muhabbet ve hayretle yapılması gerekli olan şeylerin,
Cenab-ı Hakk'ın iş'ar ve irşadıyla yine Onun emirlerine göre
kanalize ve formüle edilmesi" demektir.
Bunlarla meselenin
bir yönünü arz etmiş oluyorum. Yani, Rabbimizi bilip
tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz işler yapmamak için, Onun
âyât-ı beyyinâtının rehberliği ve Efendimizin
neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun kulluk yapıyor ve yaratıcının
hoşnutluğunu araştırıyoruz.
İkinci meseleye gelince, insan;
ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve sınaî
işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler öğrenmeye
muhtaçtır. Meselâ; diyelim ki, her birerlerinizin bir işi
var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık yapıyor;
kiminiz plâstikle meşgul oluyor, kiminiz de tuhafiyecilikle...
Birisi, bizim menfaat ve faydamızı, yaptığımız şeylerde aldanmamamızı,
ticari prensipleri iyi bilerek, iyi iş yapmamızı temin için
bizleri, alıp önüne oturtuyor ve diyor ki: "Siz bu işi
mutlaka yapacaksınız. Çünkü, bunu yapmanız hem bir
zaruret hem de bir ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en
semereli biçimde yapmanız için, insan unsurunu,
güç unsurunu çok iyi kullanmanız şu tasarruf
tedbirlerini almanız ve daha... şunu şunu yapmanız lazımdır..
Şimdi,
bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz ve irşad
karşılığında hiçbir talepte bulunmayan bu ihlaslı, bu hayırhah
insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem verir ve
tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen bunun gibi;
Rabbinize karşı olan ibadet-ü taatı, kendi arzumuza ve şaşkınlık
içinde yapacağımız herhangi bir keyfiyete göre değil de,
belki her birisiyle bizleri ayrı bir sema yolculuğuna hazırlayan, her
birisinde ayrı bir miraç ruhu bulunan Onun formüle ettiği
ibadet kalıpları içinde yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız
şeyler "yedi-veren" başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki
de,"Allahu ekber" dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin
düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla ilhamlara
açılıyordur. Belki, Fâtiha-i Şerif'i okuduğumuz zaman
sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve daha
namazın diğer rükünleriyle; hatta diğer ibadet şekilleriyle
kim bilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak oluyoruzdur. Evet,
secdeye vardığımızda bütün yolların dümdüz olup,
bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz.
Dualarımızın ona yükselip, soluklarımızın nezd-i uluhiyette
duyulduğunu ve melaike-i kiramın etrafımızı aldığını ifade edebiliriz.
Bütün bunların olmadığını kim iddia edebilir ki... Kaldı ki
Muhbir-i Sadık'ın bunları destekleyen nurlu beyanları da var...
Öyleyse en makul ibâdet keyfiyeti, Rabbimizin bize tarif
buyurduğu keyfiyettir. Zira, şu insan makinesini yapan Allah (cc), bu
makinanın en semereli şekilde çalışmasını, dünya ve
ukbâ adına en verimli olmasını da yine kendisi bilir. Makina ve
fabrikayı yapan zat, onun bir tarafına şayet bir katalog sıkıştırmışsa,
onu, ona göre idare etmek en akıllıca idare şeklidir. İşte bu
itibarladır ki, şu-bu şekilde değil; Efendimiz'in (sav) tâlim
dairesi içinde ve Allah'ın emirlerine uygun şekilde kulluk
yapmak en akıllıca kulluk şeklidir. Bunu Allah, Ümmet-i Muhammed'e
ihsan etmiş.. Ümmet-i Muhammed içinde de bihakkın, kulluk
şuurunda olanlara ve bilhassa, değişik devirlerde, dini ihya
hareketleri içinde vazife alanlara lütfetmiş ve
gözlerini hakikata açmıştır. Buna, sadece
"hâzâmın fadli Rabbî" veya "minfadli Rabbena" deriz.
Evet bu, Rabbimizin bize sırf bir ihsanıdır. Rabbim lütfuyla, bunu
bizlere verdiği, bağışladığı gibi, yine lütfuyla devam ve
temâdîsini temin buyursun. Bizi -Efendimiz'in (sav)
duasıyla arz edeyim- göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha
az bir süre içinde nefsimizle baş başa bırakmasın!..
***
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Tek başına namaz kılan neden ezan okuyup kamet getirir? Kendi kendini mi namaza çağırıyor?
» Bela, musibet ve hastalıkları kendi hakkımızda hayra çevirebilir miyiz, nasıl?
» Allah Kâinatı Yaratmaya Neden Lüzum Gördü ve Neden Daha Önce Yaratmadı?
» Kendi Okulumuza Doğru
» ...Siz Kendi Güneşini Perdeleyen Bulutsunuz...

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MücriM :: Mânâ :: Soru-Cevap ve Güncel Fetvalar-
Buraya geçin: